Avrupa’da Göçmenliğin ve Türkiyeli Göçmen Gençliğin Devrimci Mücadelesinin Değerlendirmesi

28 Eki 2018

Emperyalist dünya sistemi ile birlikte, göç ve göçmenlik gerçekliğinin en yoğun şekilde tartışılmaya devam ettiği bir toplumsal sürecin içerisine girilmiş oldu. Kapitalizm öncesi göç, ortak değerleri olan halk toplulukları, ulusal veya da etnik bir topluluğun göçü halinden, kapitalizm ve nihai olarak emperyalizm çağı ile birlikte nicel olmanın dışında nitel bir farklılığa da ulaşmıştır. Emperyalist sömürünün ve pazarın dünyanın her yerini sarmalaması, emperyalist savaş ve işgaller ya da günümüzdeki şekliyle emperyalistler arası yeni pazar dalaşlarının yaratmış olduğu bölgesel savaşlar ve çatışmalar, göç ve göçmenlik olgusunun sürekli hale gelmesinin yanı sıra ezilen ulus, milliyetler ve azınlıkların göçüne sebep olmaktadır.

Göç ve göçmenlik kavramı değerlendirmesi bağlamında, iç ya da dış göç insanlık tarihinde yeni bir kavram mıdır?

Göçmenlik kelimesi son yıllarda sosyal ve siyasal yaşamda her gün duyabileceğimiz bir kavram halindedir. Elbette bu durumun somut sebepleri olduğu gibi esası tarihsel ve sınıfsaldır. Emperyalist-kapitalist burjuvazi ve onların temsilcileri olan burjuva partiler ve faşist güçler, göçmenlik gündemini stratejik politikalarının merkezine koymuş durumdadırlar. 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası burjuva partiler göç olgusunun kendisini, mevcut düzeni yeniden örgütlemenin bir aracı olarak stratejik konuları içerisine almışlardır. Emperyalist-kapitalist sistemin bu yönelimine bağlı olarak, ırkçılık; sosyal ve kültürel yaşamda örtülü ve siyasal olarak kendini tanımlamış açık ırkçılık boyutunda toplumsal bir gerçeklik haline geldi. Bu anlamıyla siyasallaşmış bir perspektif oluşturabilmek için kavramın tarihsel boyutuna hakimiyet önemli bir noktada durmaktadır.

“Migratio” kelimesinin tarihsel kökeni ve anlamı Latincedir. “Taşınma, veda ve göç edenler” anlamına gelmektedir. Tarihsel kavramın haricinde, sosyo-politik değerlendirmeler belirleyici bir yerde durmaktadır. Örneğin, sosyolog Frank Düvell, göçü “Özgürlük, eşitlik ve adalet arayışının süreklilik sağlayan bir toplumsal hareket biçimi” olarak görmektedir. Sınıflar var oldukça bu realite kendisini koruyacaktır diye düşünüyoruz. Bu kavramın kendisi, insanların öznel algılarıyla, “varlıklı ve güvenli“ yaşamın olduğu yerlere bilinçsel ve son tahlilde pratiksel olarak yoğunlaşması hareketi olarak değerlendirmenin sonuçsal bir analiz olduğu kanısındayız. Bu anlamıyla sosyo-politik olarak yapılan bu belirleme kelime ve tarihsel düzey noktasında kavramın analizini yapmaya yetmektedir.

Sınıflı toplumların ortaya çıkışı sonrasında ise göçmenlik başka bir evreye ve niteliğe ulaşmıştır. Dünya tarihinin bu evresinden sonra, egemen sınıflar ezilenleri; savaşlar, yoksulluk, kölelik, politik, kültürel ve etnik yok etme hareketlerinden kaynaklı olarak yaşadıkları yerleri terk etmeye zorlamışlardır. Bu tarihsel ve bilimsel gerçeklikten hareketle günümüzdeki göçün kendisi hiç şüphesiz, günümüzün sınıfsal toplumunun bir sonucudur.

Emperyalist-kapitalist toplumda esas olarak değerlendirildiğinde, geçmişte Afrika’dan Amerika’ya yapılan köle ticareti ve göçü, günümüzde Türkiye’den, Kuzey Afrika’dan  ya da eski Yugoslavya’dan Avrupa’ya gerçekleşen iş göçünden farklı değildir. Var olan farkın kendisi, tarihi süreç içerisinde günümüzün modern kölelerinin vermiş oldukları mücadele sonucunda insanlık mücadelesi için daha fazla haklar kazanmış olmasıdır. Kapitalist üretim ilişkilerinin yaratığı nesnel zemin, devrimci sınıf olan proletaryanın kendi bilimsel öğretisine kavuşmasını da sağlamıştır. Kendiliğinden bir sınıf olmaktan kendisi için bir sınıf olma niteliğine ulaşmıştır.

Bu durum ve yürütülen mücadele, modern kölelerin kendi geleceğini eline almasını sağlayan, hak ve özgürlük mücadelesinin somut kazanımlara dönüşmesini getiren bir durum oluşmuştur.

TÜRKİYELİ EMEKÇİLERİN AVRUPA’YA GÖÇÜ

Emperyalist-kapitalist sistemde göç, kapitalist sömürünün bir sonucu olarak çoğunlukla ve esasta iş göçüne ve ucuz emek yaratma politikasına dayanmaktadır. Zira 1960’lı yıllarda başlayan Türkiyelilerin Batı Avrupa’ya göçünün temelinde emperyalist sömürünün, sömürge ve yarı-sömürge ülkelerdeki kapitalist hakimiyetinin bir sonucu olarak ekonomik bir göçe dayanmaktadır. Zira, Türkiyeliler’in Avrupa’daki emperyalist-kapitalist ülkelere göçü, diğer bir ifade ile “daha iyi bir yaşam” arama perspektifiyle göç edenlerin iş göçünü oluşturmaktadır.

Emperyalist-kapitalist merkezlere doğru yaşanan emek göçü bu devletlerin içinden geçtiği sürece, üretimi arttırmak için ihtiyaç olan emek gücüne göre politik biçim almaktadır. Emek pazarındaki yetersizlik veya eksiklik (2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası olduğu gibi) bu devletleri göç alımında iştahlı hale getirirken, sosyal ve politik krize dönüşecek ve emek pazarını var olan toplumsal yapıyı krize sürükleyecek kadar şişme durumunda tedbir almaya sevk etmekte ve kullanışlı bir politik aparata çevirmektedir. Ancak emek ve iş göçü, emperyalist-kapitalist devletler için her daim emek pazarını kızıştırma, ucuz iş gücü yaratma ve ücretli sınıfların ekonomik ve sosyal haklarına yönelik saldırı silahı olarak kullanılmaktadır.

90’lı yılların başı itibariyle, yüksek öğrenim tercihleri ve genel olarak yaşam merkezlerine ilişkin Almanya’da yapılan çeşitli anketlerde; göçmen ve göçmen kökenli gençliğin ezici çoğunluğunun Batı Avrupa’da kalıcı bir yaşam perspektifi içerisinde olduklarını göstermektedir. Yine Türkiyeli göçmenler, Batı Avrupa’da toplumsal yapı içerisinde bulunmuş oldukları değişim koşullarının sonucunda, Avrupa’da kalıcı bir kitle haline gelmişlerdir. Bu mevcut gerçeklik kendiliğinden bir gelişme olarak ortaya çıkmamıştır. Kendi toplumsal iç dinamiklerinin de etkisinin var olmasına rağmen bu Avrupa Birliği emperyalizminin yarattığı sermaye birikimi, kapitalist üretim ve değişim yasalarının almış olduğu merkezileşme biçiminin sonucu oluşturulan toplumsal ilişkiler ile ilintilidir.

“Çünkü insanların nesnel durumlarını yani düşüncelerini belirleyen şey, üretim içerisindeki yerleri ve buna bağlı sınıfsal kimlikleridir. İnsanların toplumsal ve sosyal çevreleri bu gerçeklik üzerinden gelişmektedir ve insanlara maddi bir düşünce biçimi katmaktadır. İnsanın toplumsal pratiği, onun düşünce sistematiğini belirleyen yegane şey halini alır.”  (Mao, Teori ve Pratik Sol Yayınları sayfa: 9)

Tam da burada, Mao’nun bu belirlemesinden hareketle mevcut yönelimimizin ve düşüncelerimizin doğru olup olmadığını belirlememiz çok zordur. Çünkü düşüncelerimizi, bizleri çevreleyen nesnel dünyaya henüz yeterince ve istenilen düzeyde uygulamış değiliz. Göçmenlik ve göç tartışmasında, tartışmalar içerisinde kendi deneyimimiz ve öyle ki tarihsel düzeydeki tartışmalar içerisinde Marksist kesimler ve Marksizm’den etkilenen kesimler içerisinde iki bakış açısı ortaya çıkmaktadır.

Bir bakış açısı, sınıf kavramını ortaya koyarken; göçmenleri, kadınları, ezilen ulusları (Kürtler gibi) ya da LGBTİ’leri farklı bir kategori olarak değerlendirerek sınıf mücadelesi çerçevesinde bu kesimleri ya görmezden gelir ya da sınıf mücadelesi içerisinde ayrıştırır. Emek-sermaye temelli ya da sınıfsal çıkarlara dayalı bir mücadelenin bu sorunları da ortadan kaldıracağı ve çözeceği eksenli bir yaklaşım söz konusudur. Bu durum tüm tarihsel sorunları ve çeşitli yönleriyle ortaya çıkmış ezen-ezilen ilişkisini politik mücadelenin gündemi haline getirmeyi, bu sorunları sınıf mücadelesinin bir parçası ve öğesi olarak görmeyi yok saymaya varan bir indirgemeci ekonomizme götürür.

Soldan bir yaklaşımla bu sorunlar sosyal devrimin ve geniş anlamda sınıf mücadelesinin parçası olma, bu eksende yaşanan çelişkileri proleter sınıfın devrimci sürecinin parçası yaparak ele alma yerine çelişkiye duyarsız kalma, yeterli önemi vermeme ve politik mücadelenin parçası yapmama şeklinde gelişir.

Sağdan bir yaklaşımla ise sorunu politik ve sosyal karakterinden koparma ve kendi içindeki çelişkisine hapsetme, sistem içi düzeltmelerle amaç ve hedefini sınırlama yaklaşımı gelişmektedir. Burada esasta, Marksist sınıf analizinin karşısına sosyal statü, etnik kimlik vs. gibi kavramlar oluşturan kesimlerin burjuva sosyolojisinden beslendikleri gerçeği ortaya çıkar. Zira bu düşünce tarzı Marks’tan önceki eski Fransız tarihçilerin ve filozofların bulanık sınıflar üstü bakış açısını da yansıtır. Bu anlayış “ulus”, “topluluk”, “yurttaş” gibi genellemelere geri dönmenin bir biçimi olmaktadır. Bu bakış açısı sosyalist ve devrimci hareket içerisinde Avrupa’da post-marksizm olarak da ifade edilmektedir.

İkinci ve bizce doğru olan bakış açısı ise ezilen ulusları ve milliyetleri, göçmenleri, kadınları, LGBTİ`lileri, ve vs. gibi kesimleri sınıfın birleşik bir parçası olarak değerlendiren bakış açısıdır. Bu bakış açısı oluşmuş tarihsel meseleleri, çelişkileri ve süreçleri bir bütün sınıf mücadelesinin parçası olarak görme yaklaşımını içerir. Çok çeşitli sosyal, toplumsal, ulusal ve sınıfsal çelişkileri politik iktidar mücadelesinin bir uzantısı ve sorunu olarak görme ve en devrimci sınıfın amaç ve hedeflerine eklemleyerek, onun devrimci programının bir parçası yaparak ele alma yaklaşımıdır. Bu konuda Lenin’in yaptığı bir değerlendirme bu tartışmaya ilişkin bir algı yaratma noktasında önemlidir diye düşünüyoruz.

“Marks ve Engels, sınıfların farkını unutan ve basitçe üreticilerden, halktan ya da emekçilerden söz eden kişilerle acımasızca mücadele ettiler. Marks ve Engels’in eserlerini bir ölçüde tanıyanlar, bütün bu eserlerde, basitçe üreticilerden, halktan, emekçilerden söz edenlerle sürekli alay edildiğini unutamaz. Genelde emekçi ya da genelde çalışan yoktur, bilakis ya tüm psikolojisi ve tüm yaşam alışkanlıkları kapitalistçe olan –ve başka türlü de olamayacak olan- üretim araçlarına sahip küçük mülk sahipleri, ya da tümüyle farklı bir psikolojiye sahip olan ücretli işçi vardır, kapitalistlerle antagonizma içinde, zıtlık içinde, onlarla mücadele içinde bulunan büyük sanayinin ücretli işçisi vardır.” (Lenin, RKP(B), X. Parti Kongresi) 

Marksist sınıf kavramı, kapitalist sistem ve üretim içerisinde ücretli emekle çalışanların ve bunun sonucunda kendi varlığını sürdüren ve yeniden üretenlerin proleter olarak sınıfın bir parçası olduğu sonucuna varır. Lenin’in tümüyle farklı bir psikolojiye sahip olan ücretli işçilerin varlığından söz etmesi bu Marksist kavrama dayanmaktadır. Yine buradan hareketle insan düşüncesinin doğruluğunu belirleyen şeyin üretim mücadelesi, sınıf mücadelesi ve bilimsel deneyler olduğu gerçeğini göz önüne aldığımızda, insanların sosyal varlığının düşüncelerini de tayin ettiği anlamına gelir.  Düşüncelerimizin doğruluğunu Mao’nun “Teori ve Pratik” adlı yapıtında ifade ettiği gibi; diyalektik materyalist yöntemin siyasal mücadele alanlarımız üzerindeki somut analizleri üzerinden ele almanın faydalı ve gerekli olduğu açığa çıkmaktadır.

Ancak artık göçmen konumundan çıkmış ve içinde bulunduğu toplumun ekonomik, sosyal ve kültürel yaşamına eklemlenen ya da bunun mücadelesini veren bu kuşağın başka bir sosyal gerçekliği de vardır. Bu kuşak aynı zamanda göç edip gelmiş, din-dil-ulus ve kültür olarak farklı bir kimliği de taşımaktadır. Ailenin bir birine devrettiği, öğrettiği ve varlığını sürdürdüğü bir sosyolojik yapısı da söz konusudur. Bu kuşak aileden gelme ana dilini öğrenmekte, göç edilen ülkenin sosyal-toplumsal-siyasal gerçekliğine ilgi duymakta ve yine aynı toplumsal yapının tüm dip kültürünü öğrenerek ve içinde bulunduğu toplumun gerçekliğine de uydurarak yeniden üretmektedir.

Yani bir yandan “göçmen” diye tabir edilen bir önceki kuşağın sosyal gerçekliğini yadsıyan bir durum varken, diğer yandan içinde bulunduğu toplumun sosyal-kültürel ve sosyal dokusundan farklı bir realitesi vardır. Göçmenlik şeklinde oluşmuş koşulları yadsırken, göç edilen ülkenin sosyal-siyasal-kültürel hayatına dair gerçekliği olumlayan bir şekilleniş söz konusudur.

Bu iki gerçeklik arasında kalmış ve siyasal şekillenişini buna göre düzenlemesi gereken, bunu hayatın gerçekliği içinde tartışıp bir yönelime kavuşturması gereken zorunluluk ve mahkumiyet hali söz konusudur. Bu temel çelişki konumundadır. Bu temel çelişkiye dair bir yaklaşım ve tutum belirlenemediği takdirde siyasal hedeflerine ulaşmak, hedef kitleyi bu eksende örgütlemek ve sınıf mücadelesinin etkin parçası yapmak kolay olmayacaktır. Var olan gerçekliğimiz, nesnel koşullarımız ve toplum biliminin öğretisi bize bu çelişkiye müdahale etme şartını koşmaktadır.

Batı Avrupa coğrafyasında faaliyet yürüten bir göçmen gençlik örgütü, bu anlamda kendi örgütsel bünyesini değerlendirdiğinde, örgütsel yapısının ezici çoğunluğuyla ve esas olarak göçmenlerden oluşmadığı, ancak edinilmiş ve göçe dayalı bir kimliğimizin de varlığını kendini yeniden üreterek ve biçimlendirerek sürdürdüğü gerçekliği önümüze çıkmakta. Zira, bu gerçeklik  bizlere başka bir gerçekliği de göstermektedir. Gençlik faaliyetimiz kendi demokratik-devrimci dinamiğine kavuşmakta zorlanmaktadır. Doğru temelde bir siyasallaşma iç çelişkilere dayanmak zorundadır.

Peki göçmen olmayan ama göçmenlik siyaseti ile yöneldiğimiz kitleye doğru siyaset nasıl üretebiliriz? Bu eşyanın tabiatına uygun olmayan bir zorlamadan başka bir sonuç çıkarmaz. Peki Türkiye’deki toplumsal mücadeleye yabancılaşmamış hatta tam tersine bu eksende de siyasallaşan, sınıf mücadelesine dahil olan gerçekliğe gözümüzü kapatabilir miyiz? Elbette ki hayır.

Bu gerçeklik bizim şu ana kadar var olan gençlik örgütlenmemizin siyasal hattını sorgulamayı, yeniden biçimlendirmeyi ve derinlemesine tartışmayı bize dayatmaktadır. Zira var olan gerçekliğimiz bizim açımızdan tam bir arayış mücadelesine dönüşmüştür. Siyasal, demokratik mücadelemiz içinde bulunduğumuz toplumsal ve siyasal mücadelede özne olma durumuna bizi götürmemektedir. Belirlenen perspektiflerimiz, faaliyet biçimimiz, çalışma tarzımız ve yönelimimiz yaşadığımız sınıfsal, sosyal çelişkilerle beslenen, ona hükmetmeye onu biçimlendirmeye çalışan bir muhtevaya sahip değildir.

Göçmenlik ya da Türkiye’ye dönük siyasallaşma, militanlaşma ve nitelik kazanarak ilerleme durumu ise hayatın gerçeğine takılmaktadır. Kendi yaşam ve sosyal alanımız dışında olan ama kesinlikle gözümüzü, kulağımızı kapatamadığımız ancak müdahillik ve militanlaşmada olanaklarımızın nesnel olarak kısıtlanması gerçekliği söz konusudur. Yani Türkiye bir nevi bizim için bir dış çelişkidir. Ülkede parçası olmadığımız, hissetmediğimiz, maddi temelde ilişkilenemediğimiz çelişkilere yönelik bir mücadele kabul edilmelidir ki siyasallaşma açısından doğru bir zemine oturmaz.

Dışımızda gelişecek süreç ve mücadeleye kendimizi bağladığımız, gelişme ve ilerlemeyi beklediğimiz bir zemin anlamına gelmektedir. Bu durumda gençlik faaliyetimiz bulunduğumuz, yaşadığımız ülkenin sınıf mücadelesiyle dayanışma ve yine aynı şekilde Türkiye’deki sınıf mücadelesiyle dayanışma şekline bürünen bir siyasal ve örgütsel karakter taşımaktadır. Bu durum siyasal olarak çürüme ve ileriye doğru hamle yapamamak anlamına gelmektedir. Tam da tartışmamız ve üzerine durmamız gereken nokta burasıdır. Bu tartışma ve arayışı gerçekleştirme süreci, devrimci gençlik mücadelesi içerisinde siyasallaşmada bir niteliksel gelişim, pratikte militanlaşmayı mutlaka beraberinde getirir.  Soruna bakış açımız esasta günceli kavramak, ona hükmetmek, gerçeğin bilgisine ulaşacak bir yönelim ve mücadele hattı oluşturmaktır. Doğru teorik tutum, doğru politik yaklaşımın sırrı buradadır.

Gençlik faaliyetinde edindiğimiz olumlu ve olumsuz deneyimlerin sınıf mücadelesinin çıkarları etrafında bir muhasebeye bu açıdan tabi tutulması en acil gereksinim olarak ortaya çıkmaktadır. Toplumsal gelişme ve sınıf mücadelesinin ihtiyaçları, örgütlenme yapısı bağlamında yatay örgütlenmeler ve komiteler örgütlenmesi, merkezi örgüt tipi gibi pratiğe dönük bir tartışma ortaya çıkarmaktadır. Anti-emperyalist, anti-faşist mücadelede bulunduğumuz tek tek ülkelerde ırkçılık, sosyal hak gaspları, ırkçı–faşist saldırı ve gelişmelere karşı anti-faşist örgütlenme ve birliklere ilişkin siyasal politikalarımızın netleşmesi; eylem birliği anlayışımız, anti-emperyalist ve enternasyonal faaliyete ilişkin yerel politikamız gibi meselelere özgün ve genel politika oluşturmayı gerekli kılmaktadır. Politik çizgi tartışması, gençlik mücadelesini sistemin çizilmiş sınırları içerisinden çıkışı örgütleyebilen, devrimci muhtevaya sahip bir gençlik zeminine perspektif oluşturabilecek bir örgütlenme ve siyasal programı ihtiyaç olarak açığa çıkarmaktadır. Yine yaşadığımız Batı Avrupa ülkelerinde sınıf mücadelesinin esaslı olarak gençlik mücadelesinin bir bileşeni olarak ikili görevlerimizi bilince çıkarabilmektir. (Buradan kastımız şudur; Avrupa`da işçi ve emekçi gençliğin, kendi zemininde devrimci yönelimi içerisinde misyon kazanmak ve en ileri devrimci örgütlerde pratik görev de dahil olmak üzere örgütlenme perspektifi yaratmak.) Bu sürecin içerisinde enternasyonalist karakterimize özel olarak yoğunlaşmak ve gençliğin gelişecek devrimci örgütlenmesinin bir parçası olmak. Bu eksende politik yönelimi ve görev-sorumlulukları tartışırken, pratik temeldeki görevleri bu tartışmayı besleyecek zenginleştirecek şekilde yerine getirmek şeklinde olmalıdır. Siyasallaşma ve örgüt olma tartışmasının ana zemininde enternasyonalizm ilkesini, enternasyonal dayanışma sloganından ibaret değil, tarihsel devrimci bütünlüğüne uygun olarak, proletarya enternasyonalizmi temelinde; dünya, Batı Avrupa, Türkiye ve Türkiye Kürdistanı’nda gelişen mücadeleyle bağ oluşturabilecek temelde de yeniden örgütlemek mücadelemizin ihtiyacı olarak ise açığa çıkmaktadır. Halk gençliğinin mücadelesini devrimcileştirme hedefi, kendimizi devrimcileştirme, sınıf mücadelesinin yasalarını kavrama ve öğrenme üzerine kurulmaktadır.

“Şimdi ben bu temelden yola çıkarak gençliğin görevleri sorununu ele alırsam, genel olarak gençliğin ve Komünist Gençlik Birliklerinin ve tüm diğer örgütlerin görevlerinin özel olarak tek bir sözcükle ifade edilebildiğini söylemeliyim. Görev öğrenmekten ibarettir.

Ancak bu sadece bir “sözcük”tür. Henüz en önemli ve esas olan sorunlara bir yanıt yoktur: Ne öğrenmeli ve nasıl öğrenmeli? Burada esas olan ise, eski kapitalist toplumun dönüştürülmesiyle birlikte komünist toplumu kuracak olan yeni nesillerin eğitim, öğrenim ve yetiştirilmelerinin eski tarzda yürütülemeyeceğidir. Gençliğin öğretimi, eğitimi ve yetiştirilmesinde eski toplumun bize bıraktığı materyalden yola çıkılmalıdır.

Komünizmi ancak eski toplumun bize geriye bıraktığı miktarda bilgi, örgüt ve kuruluşlarla, bize bıraktığı insan gücü ve araçlarla kurabiliriz. Sadece gençliğin eğitimini, örgütlenmesini ve geliştirmesini temelden dönüştürürsek, genç nesillerin çabalarının sonucu olarak eskisine benzemeyen bir toplumun, yani komünist toplumun yaratılmasına ulaşabiliriz.

Bu nedenle, gençliğe ne öğretmemiz gerektiği ve eğer “komünist gençlik” sıfatını hakkıyla taşımak istiyorsa gençliğin nasıl öğrenmesi gerektiği ve onu başladığımızı sürdürmeye ve sonuçlandırmaya yetenekli olması için nasıl hazırlanacağımız sonucu üstünde ayrıntılı olarak durmalıyız.”

(W.I. Lenin, Rusya Komünist Gençlik Birliğinin III. Tüm Rusya Kongresi’ndeki Konuşma,  2 Ekim 1920)

benzer haberler