RÖPORTAJ | Eren Keskin: Soykırım suçunun en ağır yükünü kadınlar taşımıştır

19 Nis 2019

Türkiye’de uzun yıllardır tutsakların sorunlarından, kadın ve LGBTİ+’ların sorunlarına, öğrencilerin sorunlarından ezilen ulus, milliyet ve azınlıkların sorunlarına dair mücadele yürüten İnsan Hakları Derneği Eş Genel Başkanı Eren Keskin’le, kadın mücadelesine dair, YDG’li kadınlar olarak röportaj gerçekleştirdik.

-Türkiye’de yıllardır kadın mücadelesinin içindesiniz. Bize bu zamana kadar mücadele nasıl verildi kısaca anlatır mısınız?

-Çok zor bir coğrafyada yaşıyoruz. Burası bir soykırım coğrafyası. 1915 Ermeni-Süryani, tüm azınlık inanç ve halklara yönelik soykırımın ardından kurulmuş bir cumhuriyetten söz ediyoruz. Soykırım suçunun en ağır yükünü de kadınlar taşımış ve bu soykırımı gerçekleştiren zihniyet kurmuş cumhuriyeti de. Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi ideolojisi Türkçü ve İslamcı bir cumhuriyet. Diğer bütün etnik, cinsel, dinsel bütün kimlikleri yok saymışlar ve aslında resmi ideolojinin iki kanadı Türkçü ve İslamcı diye adlandırdığımız iki kanat cumhuriyetin kırmızı çizgilerinde son derece ortaklaşmışlardır. Kürt sorunu, Ermeni Soykırımı, Kıbrıs meselesi, daha sonradan.. gibi ve her ikisi de kendi kadınını yaratmaya çalışmış yani kadına özgürlük alanı bırakmadan cumhuriyet kendi kadınını, İslami düşünce kendi kadınını yaratmaya çalışmış ve bunun ortasında da gerçekten kadın haklarını savunan toplumsal cinsiyetçi bakış açısına tavır alan kadınlar da ayrı bir kadın hareketi oluşturmuşlar. Tabii ki bu kadın hareketi daima baskılarla karşılaştı. Coğrafyamızdaki bugün daha 8 Mart’ta İstanbul’da bir saldırı yaşandı. Kadın mücadelesi tüm mücadele biçimlerinin dışında en uzun evrimli mücadele yani istediğimiz düzen nerede sağlanmış olursa olsun yine kadının erkekle bu cinsiyet mücadelesi bir şekilde devam edecek.

 

Kadın mücadelesinde eksik gördüğünüz şeyler ve yapılan hatalar nelerdir?

-Ben Türkiye’de her türlü mücadelenin maalesef çok Türk usulü verildiğini düşünüyorum. Yani aslında kendilerini muhalefet kesimde tanımlayanlar hatta kadın mücadelesinde kendini feminist diye tanımlayanlar dahi çifte standartlı olabiliyorlar. Mesela ben hep bu örneği veriyorum, işte İstanbul’da suratına tekme atılan, giydiği şort nedeniyle suratına tekme atılan bir kadına sonuna kadar herkes sahip çıkarken Varto’da çırılçıplak sergilenen Ekin Wan’a kimse sahip çıkmıyor. Yani ikisini ortaklaştırabilmemiz gerekiyor bizim. Sadece kadın olması, kadına yönelik şiddet noktasından yola çıkmak gerekiyor. Oysaki başka aidiyetlerimiz, bizim kadın kimliğimizin önüne geçiyor. Bu nedenle bu mücadelenin hala eksik olduğunu düşünüyorum. Yine de kadın mücadelesi olabildiğince güçleniyor.

Kadın bir avukat olarak karşılaştığınız sorunlardan bahseder misiniz?

-Şimdi tabii siyasi davalara giren avukatlarız. Genel olarak dönem dönem hepimiz baskılar yaşadık. Ben iki kez silahlı saldıraya maruz kaldım. Cezaevinde yattım. Bir yıl mesleğimden yasaklandım ama bütün bunların yanında kadın olduğum için ayrı baskı biçimleri de yaşadım. Örneğin bunu en yoğun olarak Abdullah Öcalan’ın avukatlığını aldığımız dönemde yaşamıştık. On iki avukattık biz. İlk avukatıyım diye ortaya çıkan ve kadın avukat olarak o dönem bütün tepkileri ben yaşadım. Gazetelerde aleyhime haberler yapıldı. Sokaklarda saldırıya uğradım. Yani o kadar cinsiyetçi küfürler ve hakaretlerle karşılaştım ki mesela erkek avukatlar bunu yaşamadılar. Biz 90’larda çok yoğun yaşadık kadın olarak çünkü o dönem Kürdistan’da bütün hak ihlallerine, köy yakmalarda, katliamlarda hepsinde biz bölgeye giderdik mutlaka ve kadın avukat olarak korkunç cinsiyetçi küfürler ve hakaretlerle orada da karşılaşırdık. Yani doğal olarak erkeklerden farklı bir şiddet biçimi yaşıyorsunuz. Yani erkek avukatlarda baskı altında bu alanda kaldılar ama kadın avukatlar olarak birde cinsiyetçi saldırılara maruz kaldık.

 

Kadın mücadelesi açısından unutamadığınız bir anınız var mı?

-Unutamadığım anım çok var tabii de ama en unutamadıklarımdan biri şudur: Kadın mücadelesi açısından ele alıyorum. Bir gün yaşlı bir baba geldi ofisimize. Kızının beş yıldır yanlarında olmadığını işte yakalandığına ilişkin bir telefon geldiğini söyledi. Biz araştırmaya başladık ve kızının Diyarbakır’da tutuklu olduğunu öğrendik. Ben görüşmeye gittiğimde çok perişandı. Cezaevinde 66 gün boyunca aralıksız her gün Silopi Jandarma Karakolu’nda cinsel saldırıya uğradığını anlattı. Ben tabii “hemen suç duyurusunda bulunalım, seni hastahaneye sevk edelim” dedim ama o “beklemek istiyorum biraz” dedi. Çünkü bu konuda şiddete uğrayan kadın için hukuki başvuru başlatmak için mutlaka kendi isteği olması gerekiyor. Bekledim ben. Bir buçuk ay sonra tahliye oldu. Beni aradı Gaziantep’teydik. Dedi ki “ben suç duyurusunda bulunmayacağım. Bana çok kızacaksın biliyorum ama ben babamı üzmek istemiyorum” dedi. Yani ben bu kadar çalışmamız boyunca şiddete uğrayıp, tacize, tecavüze uğrayıp annesinden korkan hiçbir kadın görmedim. Herkes babamı üzmek istemiyorum, babam bunu kaldıramaz. Hep erkekleri öne sürerek vazgeçtiler şikayetlerinden, hukuki takipten. Beni bu her zaman çok etkilemiştir.

Biz genç kadınlara, kadın mücadelesine dair ne gibi önerileriniz var?

-Yani benim için her şeyden önemlisi bir kere gerçekten kendi kurduğumuz kurumların erkek egemen ve militarist olmamasına dikkat etmemiz gerekiyor. Çünkü ben şundan yanayım mutlaka kendimizi eleştirerek başlamalıyız. Biz de egemenimize benzer kurumlar kuruyoruz çünkü. Yani yine kadının ikinci planda kaldığı kurumlar oluyor. Yani yine karar mekanizmalarında erkeklerin olduğu kurumlar kuruyoruz. Bir kere buna dikkat etmek ve eleştiriyi kendimizden başlatmak gerekiyor. Bir de mutlaka kadınların ayrı örgütlenmesi gerektiğini düşünüyorum. Yani kendi konularında kadın hak mücadelesinde kadınlar mutlaka kendi örgütlülüklerini kurmalılar. Bunun dışında bana göre bir de son derece önemli olan şey şu çünkü bizim coğrafyamızda homofobi aşılamayan bir hastalık durumunda. Mutlaka kadın mücadelesi yürütürken bu toplumsal cinsiyetçi bakış açısına karşı çıkarken homofobiyi de ana, temel alanlarımızdan biri olarak almalıyız.

 

benzer haberler