“Şiir Yürekli”nin Öyküsü

26 Eyl 2020

“Şimdi içimden şiirler geçiyor

ve senin,

Nasırlı kocaman ellerin,

Bir damga gibi vuruluyor toprağa.

Alnında biriken son damla terim,

Usulca düşüyor toprağa.

Toprak susamış sana.

Toprak susamış dağa.

Toprak susamış hayata.

Şimdi içinden dağlar geçiyor

Sıra sıra dağlar

Uzak dağlar

Geyikler

Kırlangıçlar

Keklikler geçiyor

Kınalı keklikler

Peşi sıra

Körpe kuzular geçiyor

Çadırlar kuruluyor yaylalarda.

Sür kaynatılıyor yaylalarda.

Çoban ıslıkları yankılanıyor

yamaçlarda.

Patikalarda göçerlerin çocukları

Çatlamış ellerini

Güneşten yanmış yüzlerine tutarak

Kara lastikleriyle yollara düşmüş

dağları gözlüyor

Bir ana,

Kederli bir ana

Oturmuş beriye süt sağıyor

Bir gözü yollarda

Ötelerde

Yolunu gözlüyor.

Hasat vaktiydi. Sabahın erken saatlerinden gün batımına kadar köylüler, durmaksızın çalışıyorlardı. Hıdır Amca, gün ışımadan uyanıp akşamdan bileylediği orağını ve azığını da alıp zaman kaybetmeden tarlasının yolunu tuttu. Toprağın bağrına emanet ettiği buğdaylar serpilip olgunlaşmıştı. Sabahın bu erken saatinde burcu burcu kokuyor, nazlı nazlı salınıyordu. Artık biçilmeyi bekliyordu. Hıdır Amca, buğday tarlasına varır varmaz, azık torbasını, suyunu ve tütün tabakasını ağaçların gölgesine bıraktı, çömelip bir sigara sardı, sigarası bitene kadar, önünde uzanan bu “kimsesiz” topraklara dalıp gitti. Nice, hısım, akraba ve kirvesi yaşadı şu dağlar arasında. Gençliğinde, tırpana, yolmaya giderdi. Gel gör ki şimdi her biri bir yana dağılmış bu topraklarda adım atmak bile suç sayılmıştır. Hıdır Amca, efkarını dağıtmak için sigarasını toprağa basıp çalışmaya koyuldu. Buğday tarlası daha fazla kurumadan biçilmeliydi fakat Hıdır Amcanın tek başına çalışması her ne kadar yorucu ve zor olacaksa da elciklerini takıp “ya Xızır” diyerek başakları deste deste biçmeye başladı. Yorulunca durup dinleniyor, ellerini gözlerine siper yapıyor, bodur ağaçlığa doğru bakıyordu. Tarlanın bu ağaçlık tarafı git gide sıklaşıp ormanlı tepeler, sırtlar, dizi dizi uzanıyor. Kimi dik yamaçlardan heybetli bir kayalık yükselir, kendini gösterirdi. Sabahın bu saatinde, dağlar uykusundan uyanıyordu.

Dağ keçileri, kayaların en yüksek zirvelerinde güneşin ilk ışıklarını bekliyordu. Git gide aydınlanan gökyüzü mavileşiyor, keskin ötüşleriyle kırlangıçlar süzülüp uçmaya başlıyordu. Bu ıssız yerlerde ne bir köy ne de ocağı tüten bir yayla vardı. Göz alabildiğine insansız fakat hayatın can damarlarını bağrında taşıyan, dağların tüm güzelliğini, sadeliğini ilk bakışta yansıtan, dereler, çaylar, ormanlar, sarp kayalıklı uçurumlar her türlü canlıya ev sahipliği yapıyordu. Yer yer yıkılmış yakılmış eski köy yerleri, bütün viraneliğine rağmen dağların yamaçlarında birer inci gibi görünüyordu.

Bu eski köy yerleri, gürül gürül akıp giden zamana karşı insanlığın izlerini taşıyordu geleceğe. Yırtık elbiseler, ezilmiş kap-kacak ya da kırık bir bardak. Bu köy yerleri; burada yaşamlarına müsaade edilmemiş ya göç ettirilmiş ya da katledilmiş insanların izlerini taşıyordu. Zaman zaman bu yıkılmış evlerin içinden gelip geçenler oluyor. Sanki zamanın içinden geçen bir yolcu gibi, geride kalmış bu kırık dökük izleri yürekleriyle toplar giderler, gelirlerdi… Hıdır amcanın yaşadığı köy bu yerlere uzaktı. Fakat kimi köylüler yakılan bu köylerden göç etmiş, Hıdır Amcayla aynı köyde yaşıyordu ama nasıl? Kendi köylerine hasret, topraklarına özlem duyarak uzaktan uzağa seyredip sürgün yaşayarak, yersiz, “yurtsuz”, topraksız…

Bu sırada, Hasan’la Haydar uzak bir menzilden, tarlada çalışan birini görmüş ve Hıdır Amca olduğunu tahmin etmişlerdir. İkisinin de gözleri gülüyor. Aynı hisleri yaşayıp, aynı sevinci paylaşıyorlardı. Demek ki Hıdır amca tarlayı biçmeye başlamıştı ve ne kadar erken giderlerse o kadar erken kavuşacaklardı. Hıdır Amcanın yanına varıp yardım etmek için sabırsızlanıyorlardı. Hasan, Haydar’a dönüp “Haydi bre Haydarım, yol senin, yordam senin kanatlanıp uçalım, Hıdır amcayı fazla bekletmeyelim” diyerek doğruldu yerinden. Fakat bu coğrafyada, yakın görünen o kadar da yakın sayılmazdı aslında. Arazinin engebesi çoğu zaman hesapları boşa çıkarıyor. Sık sık illallah dedirtiyordu. Hasan’la Haydar da çok kez illallah dediklerinden, Haydar artık kestirme yolları avucunun içi gibi biliyordu. Erkenden varmak için, eski köy yolundan çıkıp dik yamaçlı tepenin ormanına daldılar. Ancak böyle giderlerse birkaç ormanlı tepeyi devirip iki saate Hıdır amcanın yanına varabilirlerdi. İlk tepeyi devirdiklerinde eski bir köy yeri karşılarına çıktı. Niyetleri oyalanmadan geçip gitmekti.

Hasan, yıkık evlerin arasından geçerken, gözüne bir şey ilişti, gidip aldı yerden. Üzerindeki tozu toprağı silkeledi ve uzun uzun incelemeye başladı. Yerden aldığı, bir “kara lastik”ti. Yıllarca bu yıkıntıların arasında yağmura, çamura ve güneşe dayanmıştı. Aradan geçen günler, aylar, yıllar, kırk yıllık bir zaman. Bu çocuk ayakkabısını biraz daha küçültmüş, ufak bir süs eşyasına dönüştürmüştü. Her şeye rağmen burada bir zamanlar insanların yaşadığına ve çocukların doğup büyüdüğüne, işte bu evlerin arasında gülüp oynadığına bir kanıttı. Çekilmiş çilenin, görülmüş zulmün, sürgünün ve katledilmişlerin bir izi, bir işaretiydi bu “kara lastik.” Haydar, az ilerde durup bekliyordu. Hasan’ın neyi böyle dikkatle incelediğini görmese de tahmin ediyordu. Çünkü kendisi de çok kez böyle eski köy yerlerinden geçerken bir şeyler bulur ve aynı hislere kapılırdı. Ne zaman denk gelse bu izlere sanki bir zaman trenine biner yaşanan zulmün, yakılan evlerin-köylerin içinde bulurdu kendini. Aradan bunca zaman geçmiş olmasına rağmen henüz soğumamış, unutulmamış, bir türlü kabuk bağlamamış bir yara gibi kanayan, sancıyan bir dramın içinde, ortasında buluyordu kendini Haydar.

İşte Hasan da yıkık evlerin arasında durmuş başını avucuna eğmiş, kara lastiğe dalıp aynı zaman trenine binip gitmişti. Şimdi Hasan için, avucunda tuttuğu bu kara lastik, eskimiş bir çocuk ayakkabısından ibaret değildi. Geçmişin bugüne bıraktığı bir izdi. Ve Hasan’ın kulağında bir çocuk çığlığı olup uğulduyordu. Bir ananın zılgıtı olup yamaçlarda yankılanıyordu. Hasan o anda duyumsadıklarıyla kendi varlığını kendi nedenlerini yani tüm ruhunu, maddi ve maneviyatını arındırıp durultuyordu.

Bu coğrafya Hasan’ın memleketiydi. Annesinden çok hikayeler dinlemişti, nenesi Hasan’a çok masallar anlatmıştı. Her hikayenin başında ya Korosman ya da Mıstikor zebanileri geliyor, köyü talan edip gidiyordu. Köyden geriye kalan manzara, içler acısıydı. Ekinler, simsiyah küle dönmüş, evler takılıp yıkılmış, insanlar harman yerine toplanıp katledilmişti ve sağ kalmış bir çocuk ağlayarak annesini arardı. Hasan, küçükken dinlediği bu hikayeleri “masal” sanırdı. Ama yine de korkuyla ürperir, nenesinin kucağına sığınırdı. Hasan şimdi yıkıntıların arasında elindeki kara lastiğe bakarken görüyordu ki annesinden nenesinden dinlediği tüm bu hikayeler yaşanan zulmün ta kendisiymiş ve gerçeğin sade ve yalın bir anlatısıymış işte.

Hasan artık bu hikaye ve masalları dinlemiyor, kendini içinde buluyordu. Çünkü henüz bu hikayelere son nokta konulmamıştı. Zulüm, hâlâ son bulmamıştı. Yıkılan evlerin taşları üst üste konulup örülmemişti. Yakılan tarlalar ekilip biçilmemişti. Bozulan yollar… Yakılan ağaçlar… Göçüp gidenler… Öldürülenler… Dalıp gitmişti Hasan. Sonunda Haydar’ın öteden seslendiğini fark etti. Hani, acelesi olmasa Hasan’ın, bir kuytuluğa oturup kalemini kağıda çıkarıp bir şiir, belki de bir ağıt yazacaktı fakat Hasan’ın acelesi vardı ve yüreği dalga dalga kabarıyor, köpürüyor, göğsünü dövüyordu. Yine bir şiir demlenip mayalanıyor, damarlarındaki kanla birlikte mısra mısra akıyordu.

“Bilirim; yaratmak elimizde

Şu kaba, koca çatlamış ellerimiz

İşe alışkın ellerimiz

Köyler bilirim ülkemin doğusunda

En az

Kaf kadar masalsı dağlar,

arasında kurulu

Yıkılmış şehirlerin köyleri.

Bilmem kaç gündür yasaklı

On beş kilometre uzağından o yana

Susuz, aç, çıplak çocukları

Kocaman gözlerinde korku

Kaygılı, meraklı,

çaresiz gözleri çocukların, Kürt çocuklarının gözleri”

O ise yürümeye devam ediyor. Git gide hızlanıyor, öfkesine yetişmeye çalışıyordu. Hasan; hayata, yaşama, kavgaya bir şair ruhuyla bakıyor, yaşıyor ve katılıyordu. En önemli anlarını, en önemli düşüncelerini, şiirleştiriyor, o duyguları, yoldaşları ve sevdikleriyle paylaşmanın değerini biliyordu. Hayatı en ince ayrıntılarıyla gözlemlemek, iyi ve güzel olanı edebi bir gözle kavramak ve onu alıp, işleyip şiire dönüştürmek. Hasan’ın vazgeçemediği bir alışkanlığıydı. Bazen, minik serçe kuşlarını izler, yuva yapışlarına hayran kalırdı. “Bak hele, parmağım kadar küçük ne de güzel yuva yapıyor” der, “parmak kuş”a şiir yazardı. Bazen de “kavak dallarında oynaşan yaprakları” seyreder, doğanın ahengini ve ferahlığını yakalardı. Gördüğü, tanık olduğu, içinde yaşadığı iyi ve kötü şeyleri, kendi varlığıyla birleştirir, sınar, ölçer tartar ve anlamlı kılardı. Onun için yaşamak ancak böyle değerli olabilirdi.

Hasan tüm düşüncelerinden sıyrılıp, çoktan Haydar’ın peşine takılmıştı. Derken, öğle sıcağı bastırdı. Hıdır Amca, alnındaki teri, elinin tersiyle silip doğruldu. Güneş tam tepesindeydi, biçime ara vermesi gerektiğini anladı. Ağaçların serinliğine, çekilip hem karnını doyuracak hem de biraz dinlenip soluklanacaktı. Tam da bu sıra, çocukların yardıma yetiştiğini görerek, eliyle gölgelik yeri gösterdi. Bu sıcağın alnında çalışılmazdı. Önce selamlaşıp, hâl hatır sordular. Hıdır Amca “Bu saatte böyle güneşin altında gezilir mi oğul?” diye söylendi. Hasan’la Haydar da “Niye bize haber salmadın, tek başına çalışılır mı?” diye sitem ettiler. Sonra, hep birlikte gölgeliğe oturup bir yandan sohbet bir yandan sofra hazırladılar. Üçü de fazlasıyla acıkmış ve yorulmuşlardı. Birlikte bir şeyler atıştırıp, hem hasret giderdiler hem de biraz dinlenmiş oldular. Hasan, cebinden tabakasını çıkarıp birer sigara sardı. Sigaralar içildikten sonra Hasan, tarlada çalışmak üzere hazırlanmaya başladı. Buğday tarlasında çalışmak, Hasan için kutsal bir işti. Hıdır Amca ne kadar itiraz etse de Hasan “Sıcak bana değmez amca” diyerek orağı kaptığı gibi tarlanın bir ucundan deste deste başladı başakları biçmeye. Hıdır amcanın tarlası küçüktü. Yalnız kendi ihtiyaçları için ekmiştiler. Zaten ötesine de ne gücü ne de maddi durumu el veriyordu. Çocuklar değişmeli olarak çalışıp akşam üstüne kadar yarı ettiler tarlayı. Hıdır Amcayla Haydar bir yandan sohbet ediyor, Hasan’ın şevkle çalışmasını izliyorlardı. Hıdır amca “İşte siz, Xızır gibi gençlersiniz. Nerede biri zora düşse darda kalsa gidip buluyorsunuz. Ne diyeyim oğul Düzgün Baba yardımcınız olsun” diye konuşuyordu. Bir yandan seviniyor, bir yandan yüreği el vermiyordu gençlerin böyle sıcağın altında çalışıp yorulmasına. Bir süre sonra dayanamayıp çağırdı Hasan’ı yanına. Hasan gelir gelmez, bu sefer Haydar orağı kaptığı gibi buğday başaklarının arasına daldı. Hıdır Amca “dur” diyecek zamanı bulamadı. Anladı ki; gençleri durdurmak kolay olmayacak. Yanında soluklanan Hasan’a dönüp “oğul, sizin işiniz gücünüz vardır, yolunuz yokuşunuz vardır. Bu dağların kurdu-kuşu vardır. Yormayın kendinizi, ötesini de ben yarın hallederim.”

Hasan, “sen dert etme kendine Hıdır amca. Biz genciz, sıcağa da soğuğa da alışkınız. Kurdu-kuşu dersen sabahtan yola düştük, dere-tepe düz geldik, ne kurt gördük ne de alıcı kuş” diyerek Hasan, Hıdır Amcayı rahatlatmaya çalıştı. Hıdır amca da biliyordu aslında, ne söylese de kâr etmezdi. Çünkü gerillayı öteden beri tanır bilirdi. Kendisini tarlada yalnız çalışır bir vaziyette görmüşlerdi bir kez. Elini taşın altına koymadan geçip gitmezlerdi. Hasan, amcanın yanı başında oturmuş bir kendine, bir de amcaya bakınca iki sigara sarmış. Amcanın düşünceli halini tebessümle seyrediyordu. Sigarayı uzatıp “Ne düşünüyorsun Hıdır Amca?” diye sordu. Hıdır amca “Ne düşüneyim oğul, sizi düşünüyorum. Kendimi düşünüyorum, köylüyü düşünüyorum, bu mahsul bize kışın yeter mi yetmez mi onu düşünüyorum…” diyerek dertli dertli söylenmeye başladı. Hasan, sevgiyle Hıdır Amcayı dinliyor bir yandan da amcanın yüzünde, emeğin ve yoksulluğun derin çizgilerini görüyor, içinde tarifsiz bir saygı uyanıyordu. Çünkü, şuan karşısında hayatı boyunca yoksul yaşamış yaşanan tüm baskılara maruz kalmış ve boyun eğmeden direnmesini bilmiş bir insan vardı. Ve bu bahiste, Hasan için iyi bir öğretmen iyi bir eğitmendi. Hıdır Amcayı her ziyarete geldiklerinde Hasan, amcaya sorular sorar ve üşenmeden dinlerdi onu. Hıdır Amca yılların deneyimini, birikimini aktarır anlatırdı. Bilirdi ki bu gençler hiçbir şeyi boşuna sormaz ve anlatılanları dikkatle dinleyip doğru şeyler için kullanırlardı. Özellikle de Hasan’ın bu yanını iyi bilir ve bundan dolayı her denk geldiklerinde koyu bir sohbete girerlerdi. Ama şimdi gençler yoldan gelmiş ve tarlada çalışıp yorulmuşlardı. Hıdır Amca lafı uzatmadan “hadi sen Haydar’ı da çağır soluklansın biraz, sonra da eve gidelim konuşuruz” diyerek sigarasını alıp yaktı. Derin bir nefes çekti. Hasan da “Öyleyse sen önden git Hıdır Amca, biz de peşin sıra geliriz” diyerek erkenden amcayı yolcu etti eve ve Haydar’ı çağırıp bir kez daha tarlaya girdi.

Akşama kadar çalıştılar. Hıdır amca için, ellerinden geleni yapmaktı amaçları. Keza bu köylülerin çoğu yoksuldu. Yaşam mücadelesinde, bir sürü zorlukla karşılaşıyor, canla başka çabalıyor fakat yine de kıt kanaat geçinip baharı zor çıkarıyorlardı.

Karanlık çökmüş, herkes evine varmış Güler Ana’ya Hasan’la Haydar’ın geldiğini, çalışıp yorulduklarını anlatmış, Güler Ana da durup dinlenmeden ne var ne yok sofraya koymuştu. Çoktandır yolunu gözlediği gençlere sofra hazırlıyordu ki kapı çalındı. Güler Ana aceleyle dışarının düğmesine bastı sonra kapıyı açtı. Selamlaşıp içeri girdiler. Güler Ana, uzun uzun sarılıp, hasret giderdi. Hıdır Amca “Nerede kaldınız oğul?” diye sordu. Hasan, “Kolu komşuya da uğrayıp öyle geldik Hıdır Amca” dedi. Hıdır Amca’nın bir-iki meraklı sorusundan sonra, Güler Ana gençlerin yorgun olmalarına içerlenip arada bir amcaya söyleniyor, çocukları rahat bırakmasını, yemeklerini yedikten sonra da sorularını sorabileceğini vurgulayıp Hasan’la Haydar’a “Çocuklar, siz ona bakmayın, o boş boş konuşur hep, siz yemenize bakın” diyerek gençlerin eksilen ekmeklerinin yerini dolduruyor ve bir türlü tabakların boşalmasına vakit bırakmadan bir kepçe daha koyuyordu. Amca da bu durumu fırsat bilip Güler Ana’ya tabağını uzatarak “ana, ben de yoruldum, bir kepçe de bana ver” diyerek çocuklaşıyor. Ama Hıdır Amcanın bu masum hali Güler Ana’yı yumuşatmaz “Dünyayı yesen doymazsın” diyerek çıkışır, yine de amcanın tabağını doldururdu.

Yemekler yenilip sofra kaldırıldıktan bir süre sonra Güler Ana bir elinde bardaklar diğer elinde ise koca bir çaydanlıkla geldi ve gençlerin yanına taze kaynamış sütü koydu. Hasan’la Haydar’ın sütü çok sevdiğini biliyordu. Hele ki Hasan çoğu kez “Ana süt var mı?” diye sorardı. Belki de bundan dolayı Hasan, cüsseli, iri kemikli bir yapıya sahipti ve o kara demlik nasıl oluyorsa yarım saat içinde Hasan’ın son damlaları, bardağa silkelemesiyle dibe vuruyordu.

Hasan’la Haydar kolu-komşuya da uğrayıp Hıdır Amcalara geldikleri için, gençleri özlemiş köylüler yavaş yavaş kapıyı çalıp toplanmaya başladılar evde. İçeri giren her köylüyle birlikte sohbet de koyulaşıyordu. Köylülerin anlatacağı yeni bir şey olmasa da soracakları çok şey vardı. Ve gençlerin de yanıtları olacakları bir sürü olay yaşanmıştı. Bir ara köylüler, geçim sıkıntılarından bahsedip dert yandılar. Hasan’ın aklına tarladayken Hıdır Amca’nın anlattıkları ve köylülerin baharı zor çıkardıkları geldi. Dönüp Hıdır Amca’ya “Peki gece gündüz çalışıyorsunuz, her türlü köy işini yapıyorsunuz niye geçinemiyorsunuz?” diye sordu. Hıdır Amca’nın cevabı gayet netti ve oradaki köylülerin düşüncesini ifade ediyordu: “Oğul iş çok çalışmakta değildir, ne için çalıştığını bilmektir. Biz çok çalışıp, çok iş yapıyoruz ama kendimize çalışmıyoruz. Kantar kimin elindeyse, teraziyi kim ölçüp tartıyorsa ona çalışıyoruz. Çünkü buğdaya, nohuta, peynire, yağa fiyat biçen biz değiliz, tüccardır. Onun için bizim ne kadar çalıştığımızın ne kadar emek verdiğimizin bir önemi kalmıyor. Ne kadar çalışıp, çabalar üretirsek o kadar tüccar kazanıyor. Biz de kırk yıldır, aynı geçim sıkıntılarıyla yaşamaya çalışıyoruz. Halbuki oğul, bu civarda tüccarlıkla zengin olan bir düzine insan bilirim.” Hasan, “Peki ne yapmak lazım Hıdır Amca?” diye sorduğunda Hıdır Amca sırtını arkaya yaslayıp tebessümle Hasan’ın gözlerinin içine baktı. Evdeki herkes, Hıdır Amca’nın bu soruya vereceği cevabı pür dikkat bekliyordu. Amca, sigarasından dolu bir nefes alıp ağır ağır konuşmaya başladı. “Düzeni baştan eğri kurmuşlar Hasan’ım, eğriyi doğrultmak lazım, köylüyü tüccara muhtaç etmemek lazım. Eğri budur. Doğruyu da sen söyle bize Hasan’ım.” Hıdır Amca bu son sözleri söylediğinde, Hasan’ın içinde, aynı derin saygı bir kez daha uyandı ve eğrinin doğrusunu uzun uzun anlattı. Hıdır Amca ve köylüler, bu sefer Hasan’ı dikkatle dinlediler. Hasan elbette köylülerin yaşadığı geçim sıkıntılarını ve sebeplerini biliyordu. Ama kendisi bizzat yaşamamıştı. Yaşayanlardan duyup öğrenmek inancını körüklüyordu. Dahası Hasan’ın da onlara verecek bir şeyleri oluyordu. Eğrinin doğrusunu.

Hasan’la Haydar’ın köylülerle sohbeti böyle gece yarısına kadar sürdü. Köy hali, dünya hali derken zaman epey geç oldu. Gençler, o kadar yoruldular ki artık müsaade isteyip kalktılar fakat evin içindeki herkes, o günün tüm yorgunluğuna rağmen, gençlerle gece yarısına kadar yaptıkları sohbetten memnundular. Ellerinden gelse sabaha kadar gençlerle konuşmak, onları dinlemek isterlerdi. Gençlerin kalmaları için ne kadar ısrar ettiyseler de Hasan’la Haydar gece de olsa dağların yolunu tutmalıydılar. Güler Ana, çocukları eli boş yolcu edemezdi. Biraz öteberi, biraz da katık hazırlamıştı. Gençlerin ellerine tutuşturup sıkıca sarıldı. “Haydi çocuklar Xızır yardımcınız olsun” diyerek Hasan’la Haydar’ı uğurladı.

Hasat vaktiydi, sabahın ilk ışıklarına kadar durmaksızın yürüyeceklerdi. Yola düştüler, gece karanlık ve serindi. Gökyüzünü yıldızlar, patikayı ateşböcekleri aydınlatıyordu. Artık, arkalarında kalmış köy çayırlarından yalnızca cırcır böceklerinin sesi geliyor, taze biçili tarlaların kokusu, esintiyle Hasan’ın yüzünü okşuyordu. Cılız ışıklarıyla köy, arkalarında, ağaçların, dalların, tepelerin ardından kaybolup gidiyordu. Hasan’ın içinden nehirler gibi şiirler geçiyordu. Kelimeler, mısralar peşi sıra diziliyor, dağ dağ birikiyordu.

“Köyler bilirim;

Kaf dağının yamacında

Göğe yakın

Çam ormanlarının kıyısında

Bulutlar takılır tellerin

Güneş damlar çatılara

Süzülür

Çamlardan sofalara…

Bal renkli, süt kokulu sofalarına…

Yalansız, tasasız, kaygısız köyler

Masal köyleri”

Şiirlerle atıyordu Hasan’ın yüreği. Her mısrada bir adım atıyor, her dağ, bir şiirle aşılıyordu. Şimdi önlerinde uzayıp giden bu dağ yolu, geçmişten geleceğe, silinmez ayak izleri taşıyordu. Nasırlı elleri, kocaman yürekleriyle, insanların irili ufaklı ayak izleri. İzlere baktıkça Hasan, eski köy yerinde bulduğu “kara lastik”i hatırladı. Elini cebine atıp, sımsıkı kavradı.

Bir an “çıt” sesini duyup durdu Hasan. Yukarı doğru baktı, zirveye az kalmıştı. Haydar el sallayıp, onu çağırıyordu. Ufuk çizgisi, parlak ışıkların yansımasıyla tutuşup yanıyordu sanki. Sabırsız bir heyecan, dizginsiz bir sevinç duydu Hasan. Varmışlardı. Zirvenin öte yüzünde;

“Salkım salkım nar bahçeleri

uzayıp gider

Elvan elvan

Çiçek tarlaları

Bahçeli, güllü, güneşli

Köyler

Bizden uzak

Düş ülkelerinin köyleri!” vardı.

Kendinden öncekilerin, ayak izleri, bu masalsı köye çoktan ulaşmışlardı. Yoluna can koyduğu yoldaşları buradaydılar.

Aynı ayak izlerine basarak çıktılar dağın zirvesine. Yan yana durup, bir geriye baktılar, memleket, gecenin içindeydi, karanlık vadiler, ay vurmuş yamaçlar, parıldayan dere yatakları, derin bir suskunlukla selamlıyor, uğurluyordu onları. Dağın zirvesinde durup birbirlerine baktılar. Bu memleket bizim! Bu toprak, bu hava, bu ağaçlar, yuva yapan kuşlar, akan derelerde su, suda balıklar bizim! Asırlardır, biz doğup biz büyüyoruz, analar bizim. Biz düşüp, biz ölüyoruz yaşamak bizim. Art arda meşaleler yakıp kıvılcım saçarak yol açtık, iz bıraktık Nisan Güneşi’ne.

Yırtık çarıklarımız, çatlamış dudaklarımız, nasırlı avuçlarımızla güneşten bir parça ateşi sırtladık omuzlarımıza, taşıyıp yaktık, her gün güneş doğsun diye, Weroz (Nergiz) Tepesi’nde!

Bir Tutsak Partizan

benzer haberler