Joker: Bir ‘Ucube Şovunda’ İzleyici Deneyimi

17 Kas 2019

*Bu yazı filmin sürpriz gelişmelerini ele vermektedir.

Bundan seksen yıl kadar önce, bir çizgi karakter olarak dünyaya gelen Joker’in, ilk defa geçmişinin anlatıldığı bu film aynı zamanda Joker’in kendine ait de ilk film. Bu ilk film, sinema seyircisi olarak daha az ilgili olan AVM izleyicisi tarafından açılış sahnesinden itibaren pür dikkat izlendi. Hemen hemen herkes bir ucube şovunun henüz başındakine benzeyen tedirginlikte duydu ilk uzun, rahatsız edici kahkahayı.

16. yüzyıl Avrupa’sında fiziksel farklılıklara sahip insanların, gotik dekorla izleyiciyle buluşması “ucube şovu” olarak adlandırılıyordu. İzleyicide acıma duygusu uyandıran “ucube” bir yandan da onlara eğlence malzemesi sağlamış oluyordu. Joker’in farklılığı ise onun anatomik özelliğinden değil “herkesin görmezden geldiği” ruhsal problemlerinden ileri gelmektedir. Joker’in gergin hissettiği anlarda, uzunca bir süre, rahatsız edici şekilde gülmesine bazen üzülürüz bazen de onun bu noksanlığına gülerken buluruz kendimizi. Seyircinin bu git gelinin arkasına bir de filmin gerilimli atmosferini eklediğimizde kendimizi bir anlığına “ucube şovunda” bulabiliriz.

Bir ucube şovuna oyuncu olarak çıkmak, fiziksel farklılıkların yanında ruhsal farklılıkların da dallanıp budaklandığı kapitalist emperyalist toplumda daha kolaydır. Kapitalist tüketim toplumunun ona sunduğu “ideal” olana erişemediği her durum bireyin kendisini tuhaf hissetmesine vesile olur. Geçmişte kendini anatomik farklılıklarda açığa çıkaran duygu, şimdiyse hemen herkesin yaşadığı başarısızlıkta, kendini gerçekleştirememede açığa çıkıyor. Hal böyleyken de günümüz toplumunun ucube şovunda, ucubeye gülmenin kendine gülmek olduğu çok geçmeden seyirci tarafından fark ediliyor. Bu andan sonra ise 21. yüzyılın ucube şovu, şovu izleyenlerin de ucubeden yana taraf aldığı, bir kaosa dönüşüyor.

Joker bir karakter filmi olarak bize Joker hakkında bolca şey söylüyor. Söylenen sözler, ucube olanla ucube olmayan arasındaki saflaşmadaki kutupları oluşturuyor. Joker’in aslında başından beri kötü olmadığını, çocukken istismar edildiğini görüp ona acırken aynı zamanda da kendini savunma refleksiyle suç işlemeye yöneldiğini görüyoruz. Çocukluğunda şiddete maruz kalması, hastalığı yokmuş gibi davranmasının beklenmesi, Joker’e yaşatılanların hepsi bir kaos ortamında Joker’in payına düşenler gibi.

Karakter filmlerinin temel özelliklerinden biri olaylara karakterin perspektifinden bakmasıdır. Biz de filmi izlerken Gotham’a Joker’in gözünden bakıyoruz aynı zamanda da Joker’e Gotham’ın gözünden. Joker’in yaşadığı her şeyin sebebi “kötü” olan dünya ve Joker’in yaptığı her şey kötü olan dünyaya misilleme. Dünya ise Gotham’ın kendisi. Manzaramız tam bir kaos. Sıradan olanın dağıldığı, rutinin bozulduğu, kişinin kendini gerçekleştirememesinin panzehri olan bir kaos yaşanmakta. Kaosun neden ve niçin olduğuna dair görüşümüz ise filmin arka planındaki manzarayı gören dar bir perspektife sahip. Filmdeki arka plan bize basitçe şöyle söylüyor; dışarıda fareler var, insanlar çok kaba, yoksuluz ama tek neden yoksulluk değil, riyakârız vs. vs. 80 yıl önce doğan, edebi estetikten yoksun, işçi sınıfının afyonu haline gelen çizgi romanlardan bir karakterin damarlarında bugün hâlâ aynı kanın aktığı bu noktada fark ediliyor.

Sürekli olarak bir kötülük ve iyilik denklemi arasında gidip gelen filmde kötülük sadece mülkiyet dünyasıyla ilişkili değildir. Film ara ara sınıflar olgusundan beslense de genel itibariyle kötülük, çizgi romanlara yakışır şekilde karikatürize bir kötülük olarak resmedilmiş. Siyahi bir kadın çocuğunu Joker’den sakınıyor; Joker, “kötü gençler” tarafından gasp ediliyor; Joker, patronunun ve iş arkadaşlarının aşağılamasına maruz kalıyor. Joker’in kaba ve saldırgan tavırlara maruz kalması, annesinin çocukluğundan beri “gülerek mutlu surat yapması” gerektiği düsturunu zayıflatıyor.

Kapitalist emperyalist sisteminin insanları bireycileştirerek, izole bir yaşam sürmeye mahkûm ettiği toplumumuzda seyircinin ana karakter ile özdeşlik kurduğu düzlem, filmin karikatürize evreninde Joker’in toplumsal normlardan bireysel kopuş deneyimiyle genişliyor. Joker, TV programında masumluğundan sıyrıldıkça -kendini gerçekleştirmesinin önündeki engeller aşılıyormuş izlenimine kapılırız. Sınıfsal kodları daha belirgin olan Dövüş Kulübü’ndeki (Fight Club, 1999) kendini gerçekleştirme kıstası da yine burada açığa çıkar. Hem Joker’de hem de Fight Club’da karakterler yaşamda var olmak için bir kadınla yatma refleksine sarılır. Bir kadınla birlikte olma eylemi ise kapitalist tahakkümün sınırlarını aşıldığı nokta olarak belirir.

Filmin incelikle oluşturulmuş en iyi yanı şu ki; bireyin kapitalist sistemin çarkları arasında ezilerek yalnızlaşması, Joker filminde sınıflar üstüymüş gibi aktarılıyor. Toplum ise ucubeler ile ucube olmayanlar arasında bölünüyor. Şunu unutmamak gerekir ki toplum ucubeler ve ucube olamayanlar olarak iki kutba ayrılmaz. Toplumu ve sınıfı oluşturan ana mevziler mülk sahibi olanlar ve mülksüzler arasında paylaşılmıştır.

Filmin yönetmeni Todd Philips, filminde insanları ucube olanlar ve ucube olmayanlar olarak tasnif ederken kitleleri ucubeleştiriyor sonraysa onlara çıkış yolunu işaret ediyor. Filmin izleyicisi olarak biz ise tarafımızı Joker’den yana seçiyoruz çünkü ucube olmayanlarda bizden hiçbir şey yok.

Bireysel kurtuluş teması filmin hemen hemen her sahnesine o kadar teneffüs etmiştir ki polislerin Joker’i kovaladığı sahnede, trendeki insanlar şuursuz ve saldırgan olarak resmedilmiştir. İnsanların Joker’i bir tanrı gibi kabul ettiği son sahnede yine kimin, neyi neden yaptığını bilmediği ve Joker’e taptığı kolektif bir aşağılama söz konusu.

Yalnızlaşan ve izole edilen bireyin toplumdaki yeri, kapitalist tahakkümün ona sunduğundan ileriye gidemez. Kişi bütün bunalımına ve kazanma hırsına rağmen kendini gerçekleştiremeyerek yarıştan çekildiğinde –bu gerçekle yüzleşmedir, emeğin yeniden üretimi için ona gerekli olandan bir zerre fazlasını alamayacağını karamsarlıkla kabul eder. Bu noktada yaşanılan şeyin bireysel farklılıklardan değil de toplumdaki üretim ilişkilerinin yansıması olduğunu kabul etmek, ne yapılması gerektiğine dair yanıtı belirler. Özetle, mavi hap ve kırmızı haptan arasında hangisini seçeceğimiz şu soruya verilen cevapta açığa çıkıyor: Bireysel kendini gerçekleştirme düsturlarının cazibesine kapılarak kapitalizmin sınırları içerisinde kalmak mı? Yoksa kapitalizmin kendisine karşı bilinçli bir savaşa girmek mi?

 

Bir Yeni Demokrasi Okuru

*Bu yazı Yeni Demokrasi Gazetesi’nin 31 Ekim 2019 tarihli 47. sayısından alınmıştır.

benzer haberler